Seçim Sonuçları 2023
Ümit OĞUZTAN
Ümit Oğuztan

Mütareke Basını

info@haberdukkani.com 03 Mayıs 2010 Pazartesi

Emperyalizmin Gayrımeşru Çocuğu Meşrutiyet Basını

Şinasi'nin Agâh Efendi'yle beraber kurduğu ilk özel Türk gazetesinden (1860, Tercüman-ı Ahval) önce Türkiye'de basının yaklaşık 60 yıllık bir tarihi vardır. Bu tarihe Meşrutiyetçi Türk basınının kuluçka dönemi demek doğru olur. 

Bu kuluçka döneminde iki faaliyet göze çarpar. Bunlardan ilki Fransızların 1795'te Türkiye'de ilk gazeteyi kurmalarıyla başlayan yabancı gazetelerin çıkışı, diğeri de birçok gencin, dil öğrenmek ve Batının bir takım tekniklerini ve "fennini" öğrenmek üzere yurtdışına gönderilmeleridir. 

1795'ten sonra birçok yabancı "gazeteci" Babıâli'nin çevresinde ve Osmanlı'nın büyük şehirlerinde cirit atıyordu. Osmanlı'da sadece Fransızların 150 tane gazete çıkardığını biliyoruz. İngilizler de gazetecilik işinde nüfuz sahibiydi. Bunların hepsi, daha Türk gazeteleri çıkartılmadan kurulan gazetelerdi. (1)

Önce Basın, Sonra Meclis ve Kanun

Özel Türkçe gazeteleri de ilk önce yabancılar çıkardı ve destekledi. Bir İngiliz gazetesinin İstanbul muhabirliğini yapmakta olan tüccar Churchill, bir gün Kadıköy'de avlanırken bir çocuğu yaralar. Kendisini yakalayıp Üsküdar muhafızlığına götürürler ve tutuklarlar. Ancak kapitülasyonlarla yabancılara geniş hak ve dokunulmazlıklar tanındığı için İngiliz elçiliği işe el koyar ve Osmanlı Devleti Churchill'den pırlantalı bir nişan ve 10 bin katarlık zeytinyağı ihracı ile özür diler. Fakat Churchill bununla yetinmez, başka bir istekte diretir: Bu da gazete çıkarma iznidir. (1836) 1840'ta da gazetesini çıkarmaya başlar. İşte Ceride-i Havadis böyle kurulur. 

Şinasi'nin çıkardığı Tercüman-ı Ahval ve Tasfir-i Efkar'a, Courier D'Orient Gazetesi sahibi Jean Pietri'nin maddi-manevi destekte bulunduğu biliniyor. (2) 

Bu arada Osmanlı padişahının politikası da bu Batılılaşmaya uygundur: İkinci Mahmut Babıâli'nin görüş ve politikasını yansıtmak amacıyla çıkarmak istediği ilk resmi gazeteyi Türkçe değil, Le Moniteur Ottoman adıyla Fransızca çıkarıyordu. Yani Hükümet kendi görüşlerini bile Fransızca bir gazeteyle yaymak istiyordu. İlk resmi Türkçe gazete olan Takvim-i Vakayi ancak bundan sonra çıkabildi. (3)

Kısacası Osmanlı'ya basının girişinin anlamı çok açıktır. Yabancılar sefaretleri ve anlaşmaları yanında şimdi de basın ile giriyorlardı. Ve basının tek gündemi, yabancıları bu kez de "kanunları" ve meclisleri ile sokmak olacaktı. Osmanlı'da artık iktidarından muhalefetine her olayın, her entrikanın ve her darbenin içinde önce yabancı basın vardır. Ardından bunların peşisıra kurulan "yerli" basın.

Yabancı Gazetelerin Ajanlaştırma Faaliyeti

Azınlıklar ve yabancılar dışındaki Osmanlıların kendi gazetelerini çıkarmak için Avrupa'da 30 yıla yakın "kurs görmeleri" gerekmişti. Çünkü basın işine girmenin her dönemde belli koşulları vardır. En başta gelen koşul, elbette sermayedir. Bu sermayeyin yanında mutlaka Batı ile ilişkide bulunmak ve Osmanlı hükümetinden izin alabilecek bir kuruma dayanmak gereklidir. 

1860'ta Agâh Efendi ile birlikte ilk özel Türk gazetesini çıkaran Şinasi'nin de yukarıda belirttiğimiz gibi en büyük destekçisi Courier D'Orient sahibi Jean Pietri'dir. Örneğin Şinasi birçok yazısını önce Courier'de sonra da Tasfir-i Efkar'da yayınlıyordu. Tasvir-i Efkar'ı çıkarırken de arkasına Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa'yı alacaktır. (4 )

Bu dönemde Avrupa'da kurs gören aydınlar Batının üstünlüğünü kabul etmelerini sağlayacak bir formasyon almaktaydı. Nasıl yabancı gazetelerin uygarlık adına Osmanlı'daki faaliyetleri hoş görülmüşse, Batı kursu almış gençlerin bu yabancılarla ilişkileri de "uygarlık gereği" sayılmıştır.

Burada Jean Pietri'nin sahibi olduğu Courier D'Orient gazetesi özellikle belirtilmelidir. Namık Kemal Meşrutiyet konusunda kendisini Jean Pietri'nin "ikna ettiğini" söyleyecektir. Şinasi ikinci Paris'e kaçışını Jean Pietri aracılığıyla gerçekleştirecektir. Yeni Osmanlılar, kendilerini himayesi altına alacak Mısırlı Prens Mustafa Fazıl'ın teklifini Jean Pietri'nin bürosunda öğrenecektir. Meşrutiyet fikri, ilk olarak Courier D'Orient'te savunulacaktır. Yeni Osmanlılardan Ebuzziya Tevfik yayın alemine kendilerini "sevk eden" kişi olarak Jean Pietri'yi gösterecektir. Jean Pietri bu aydınlar arasında o kadar etkilidir ki, Şinasi ve Namık Kemal'in yazışmaları da Jean Pietri aracılığıyla gerçekleşecektir. 

Şimdi kimilerinin masumca Batı kültürünü takip etmek olarak adlandırabileceği bu durumun aslında bir ajanlaştırma faaliyeti olduğunu korkmadan söylemek gerek. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri gibi Türk basını da yabancı sefaretlerin kontrolü dışına çıkamayacaktır. Hatta Türk basını çoğunlukla doğrudan Avrupa'dan ülkeye sokulacaktır. 

Şinasi ve "Medeniyet Resulü" Reşit Paşa

Türk basın tarihine ilk Türk gazetecisi olarak geçen Şinasi, işte bu Batılılaşma yoluna giren ilk kişi olmuştur. Şinasi'nin karakterini belirleyen ilkeler Türk basının özüne işlemiş ilkelerin aynıları olacaktır. 

Şinasi, 18-19 yaşalarındayken (1849), Fransızca hocası Reşad'ın (Fransız asilzadelerinden Chateauneuf) yardımıyla yurtdışına gider. Paris'te dil eğitimiyle beraber edebiyat eğitimi de almış, ama bunun yanında Sadrazam Reşid Paşa'nın tavsiyesiyle Fransız Maliye Bakanlığı'nda çalışarak maliye eğitimi de alır. (5) 

Şinasi 6 yıl Fransa'da kaldıktan sonra 1855'te Türkiye'ye döndüğünde Reşit Paşa onu edebiyat eğitimi dolayısıyla "Meclis-i Maarif azalığı" ile görevlendirmiştir. Aynı zamanda maliye eğitimi göz önüne alınarak Eflak'ta maliye müfettişliğine atanmıştır. 1856'da Ali ve Fuat Paşaların çevirdiği bir entrika sonucu Reşit Paşa sadrazamlıktan alınırken, Şinasi de memurluktan men edilmiştir. Ancak Reşit Paşa yine 1856 Eylülünde Sadrazamlığa getirilir ve Şinasi'nin görevleri de kendisine iade olunur. Reşit Paşa yaşadıkça Şinasi'nin kaderi İngilizci komprador Reşit Paşa ile birleşecektir.

Reşit Paşa'ya bağlılık Şinasi'nin karakterini belirleyecek ölçüdedir. Ve bu Meşrutiyet basınının temel ilkesidir: Arkasına yabancı sefaretleri almış bir paşaya dayan!
Vatanın "İnsanlığa" Terk Edilişi

Şinasi'nin Reşit Paşa'ya bağlılığı aynı zamanda Batı karşısındaki tutumunu da açıklamaktadır. Şinasi'nin şiirlerinde Reşit Paşa "medeniyet resülü"dür. Reşit Paşa'nın "Kanunu (Tanzimat) Sultana Haddini bildirir". Reşit Paşa'nın bilgisini ve irfanını Nevton gibi, Eflatun gibi Batılı alimler bile ölçemez. Şinasi'de her düşünce, her örnek, her abartı sonuna kadar Batılıdır. (6)

Şinasi'nin bu "medeniyet resulü"ne bağlılığı aslında onun medeniyet tanrısına bağlılığından kaynaklanmaktadır. Reşit Paşa'nın kişiliğindeki tavizsiz Batıcılık Şinasi'yi etkilemiştir. Kendisi de aynı medeniyet tanrısına bağlıdır. Reşit Paşa bu tanrıya onun peygamberi olabilecek kadar hizmet etmiştir.

Şinasi'nin Batıcılığı koşulsuzdur ve o dönem Batı medeniyetini benimseyen diğer aydınlar arasında bile dikkat çekecek ölçüdedir. Şinasi'nin Victor Hugo'dan tercüme ettiği ve kullandığı "Milletim nev-i beşerdir, vatanım rü-yı zemin" (milletim insanlık, vatanım yeryüzüdür) sözleri Namık Kemal tarafından eleştiriyle karşılanacaktır. Namık Kemal "Vatan" yazısında sözü bu dizelere getirerek "insanlığın birleşmesi adına vatan fikrini kaldırmaya yönelmek ahirette rahat etmek ümidiyle kendini öldürmek gibidir" der.7 
Şinasi vatan yerine "insanlık, medeniyet" gibi kavramları yerleştirerek ve bir yandan da "taassub" kaynağı şarklılıkla mücadele ederek Batıyla bütünleşme gereğini savunmuştur. Namık Kemal ise vatan kavramını bırakmamıştır ama, onda da Batı kültüründen çevirilmiş bir kavramdan başka bir şey olmayan "vatan", bir anlam ifade etmeyecektir. Şinasi'nin peşinden giden Namık Kemal aynı Batıcılığı siyasette "derinleştirecektir".

İşte Türk aydınlarının yabancı çıkarlara alet olabilmesi de bu insanlıkla bütünleşme fikri sayesinde mümkün olabilmiştir. Batı bir uygarlık olarak kabul edilince onunla bütünleşmek için ne gerekiyorsa yapılır. Burada vatanın artık çok da bir önemi kalmamıştır. 

Demokrat "Kamuoyu" Türk Gazetesi İstiyor

Tanzimat ve Islahat'ı takip eden süreçte Batı baskısı ve Osmanlı üzerinde paylaşım ve iktidar mücadelesi şiddetlenmiştir. Ve uzun zamandır herkesin dilinde Meşrutiyet vardır. Tabii söylemeye gerek yok, o dönem Meşrutiyet fikrini bir Türkün savunması imkansızdı, ancak meşrutiyet Türkiye'de çıkan yabancı gazetelerde şiddetle savunuluyordu. (8) 

Namık Kemal Meşrutiyet fikrini kabul edişini şöyle anlatır: "Geçen gün Jean Pietri ile Meşrutiyet'i konuştuk. Herif iki saat söyledi. Nihayet Meşrutiyet'in bizde de yürütülebileceğine beni inandırdı." (9)

Ancak artık Türk gazetelerinin de kurulması ve bu mücadeleye katılması gerekmektedir. İngiliz, Fransız sefaretlerinden ve yabancı basından oluşan demokrat kamuoyunun isteği bu yöndedir. 

Şinasi, Tercüman-ı Ahval'i yine aynı Batı kursundan geçmiş Agâh Efendi ile birlikte çıkarır. Ancak yazılar da dahil olmak üzere gazetenin tüm işleri Şinasi tarafından yapılmaktadır. Tercüman-ı Ahval'ın girişinde Şinasi görüşlerini şöyle özetler: "Halk yasal görevlerle yükümlü olduğuna göre, vatanın yararı için söylemek ve yazmak da hakkıdır. Eğer bu iddiaya bir kanıt aranılacak olsa maarif kuvvetiyle zihni açılmış olan uygar milletlerin yalnız politika gazetelerini göstermek kifayet edilebilir. Bu konu (mebhas) devlet katında da yayına resmi izin verilmişti." (10)

Bu ilk gazetenin manifestosu meşrutiyetçi basının manifestosu olarak önemlidir:
1- Halk adına konuşuyoruz. Söylediklerimiz vatan yararınadır.

2- Halkın (bizim) yazmak hakkı olduğuna kanıt ileri uygar ülkelerin politik gazeteleridir. 

3- Bu hak bize Tanzimat'ta verilmiştir. 

Bu özetlenenler Tanzimat sonrası gelişen iktidar mücadelesinde artık gazetelerin "kamuoyu" gücüyle bu iktidar mücadelesine dahil olmasıdır. Ancak bu basın halktan aldıkları bu gücün kanıtı olarak Batının politik gazetelerini ve Tanzimat'ı göstermektedirler. 

Bundan sonra yayınlanacak gazeteler de Osmanlı mülkünde çok düşük tirajlarına rağmen Batı kamuoyuna yönelik bir siyasi etkiye sahip olacaklardır. Bu da bize kamuoyu baskısının ne olduğunu göstermektedir. Osmanlı'da yayınlanan bazı gazetelerin tirajları şöyledir: İlk Türkçe gazete Ceride-i Havadis 150 satışla başlamıştır. Resmi gazete Takvim-i Vekayi çoğunluğu devlet görevlilerine gönderilmek üzere 4000 satmıştır. Tercüman-ı Ahval ve Tasfir-i Efkar'ın en yüksek tirajları "bir kaç bin" olabilmiştir. 

Daha sonra Avrupa'da çıkmaya başlayan Türk gazeteleri ise Osmanlı'da bedava (posta masrafı hariç-bu arada yabancı postalarla) dağıtılmışlardır. Tüm 1. ve 2. Meşrutiyet tarihinde belirtilen en yüksek tiraj (ilk gazete çıktıktan 50 yıl sonra) devlet destekli İkdam'ın olacaktır. O da 40.000! Ve güçlerini halktan aldıklarını iddia eden bu gazetelerin okur kitlesinin kimler olduğu da tahmin edilebilir! (11)

Avrupa'da "Hürriyet"

Böylece 1860'larla birlikte Osmanlı'da yabancı ve Türklerin oluşturduğu Meşrutiyetçi basın mekanizması yerli yerine oturmuştu. Yabancı basın Türk basınının yönünü tayin ediyor, yazılamayacakları yazıyor, Türk basınının başı sıkışınca da yardımına koşuyordu.

Sonuç olarak Osmanlı'da Fransızların ilk gazeteyi kurmasından 1870'lere kadar gelen süreç Osmanlı aydınının ve Türk basınının ajanlaştırılması sürecidir. Fransız Dışişleri Osmanlı'da gazete çıkarmak için gönderdiği mektupta dileğini şöyle bildiriyordu: "Bu basımevini cumhuriyetin çıkarlarına en uygun şekilde kullanacağına inanıyoruz. Konvansiyon bültenini ve yasalarımızı basarak doğudaki acentalarımıza tanıtacaksınız".12 Şimdi Fransız gazeteci-memur artık mezarında rahat içinde uyuyabilir. Bu süreçte yabancılar Doğudaki acentalarını bir hayli arttırmışlardır.

Yeni doğan basın elbette ki Şinasi'nin bıraktığı halde kalmayacaktı. Daha siyasi ve hükümet işlerine daha hakim bir basın doğması gerekiyordu. 

Ali Suavi bu yolu ilk takip eden gazeteci oldu. 1867'de Tercüman-ı Ahval ve Tasfir-i Efkar'dan daha sert bir siyaset üslübu olan Muhbir'i yayınladı. Ancak o gün Osmanlı içinde kalıp da bu üslubu sürdürerek Batı politik gazetelerine benzemek mümkün olmayacaktır. Çünkü Meşrutiyet'in toplumsal yapısı yerleşmekteyse de siyaset hâlâ basının ileri geri konuşmasına uygun değildi.

Ancak Türk basınının bundan sonra Avrupa'ya taşınmasıyladır ki, Meşrutiyet basını kendini bulmuş, Osmanlı iktidarı üzerindeki etkisini arttırmıştır. 70 yıl önce Fransızların Osmanlı'ya gelmesiyle başlayan Türk basın tarihi yeni bir aşamasına Osmanlıların Fransa'ya gitmesiyle girmiştir.

Meşrutiyetçi Basının Tablosu

Türk basınının bu Avrupa yolculuğuna geçmeden önce, 1865'te Namık Kemal ve arkadaşlarının Yeni Osmanlılar adında bir gizli cemiyet kurduğunun altını çizmek gerekiyor. Cemiyet'in amacı "Meşrutiyet'i kurmak" olarak belirtildiğine göre Namık Kemal'i Meşrutiyet fikrine ikna eden Pietri'nin de bu işte bir rolü var demektir. Zaten Cemiyet üyeleri zamanı geldiğinde Fransız ve İngiliz konsolosluklarının yardımıyla kaçırılacaklardır. (13)

Bu arada Âli Paşa'nın bir saray komplosu üzerine Mısır Valiliği'ndeki veraset hakkı padişah tarafından elinden alınan Prens Mustafa Fazıl Paşa, Fransa'da Liberte gazetesi'nde Padişah'a bir mektup yayınladı. Mektup Yeni Osmalıların manifestosu olarak ilan edildi. Mektup Avrupa'dan sonra daha önce ismini andığımız gazeteler aracılığıyla Türkiye'de yayınlandı.

Bu arada Mustafa Fazıl Paşa, Jean Pietri'nin sahibi olduğu Fransız Courier D'Orient gazetesinin bürosunda Ziya Paşa ve Namık Kemal'e Avrupa'ya çağırma teklifini iletti. Teklif o anda İstanbul'da bulunmayan Ali Suavi ve diğer yeni Osmanlılar'a da ulaştırıldı.Ve yine bu gazetenin ve konsolosluğun aracılığıyla bu yazarlar Paris'e kaçırıldılar. Daha sonra Londra'ya geçtiler. 

Avrupa gazetelerine mektup göndererek Osmanlı'dan özgürlük isteyen bir Paşa -ki Paşa aynı zamanda Avrupa basınında yabancı şirket ortaklıklarıyla ve kirli para işleri ile de gündemdeydi- ve O'nun özgürlük çağrısına Türkiye'den yanıt vermek için bir Fransız gazetesinde buluşan Türk gazetecileri. (14)

Yeni Osmanlılar adıyla anılacak gazeteciler Mısırlı komprador Mustafa Fazıl Paşa'nın olağanüstü maddi yardımlarıyla bir çok gazete kurdular. Peki hürriyete ve Batı medeniyetine dair bilgisi ve fikirleri ile bu gazetecileri etkileyen Mustafa Fazıl Paşa, mektubunda nelerden bahsediyordu: 

Fazıl Paşa'nın Tehditi: "Avrupa Kamuoyu Aleyhimize Dönüyor"

Fazıl Paşa "(1) Milletlerde düzen ve güveni sağlayan ve öteki bütün düzenlerin anası olan şey sadece hürriyettir ki, onun yerini başka hiçbir şey alamaz. (2) Bu alanda bizim onları taklit etmemiz akılcılığın en zorunlu bir sonucu olmak gerekmektedir. (3) Şevketli padişahım; şimdiki idare tarzını değiştirmek suretiyle devleti kurtarınız. Lakin öyle özgür kanunlar ve düzenler olsun ki, gerçek, yaygın ve güvenli bir nitelik taşısın. Gerek uygulanması sırasında, gerekse zedelenmeden ve değiştirilmeden devam ettirilmesi konusunda tam bir garanti ile pekiştirilmiş bulunsun. (4) Evet padişahım, böyle özgür ve sağlam bir düzen, müslümanların da hıristiyanların da her türlü hak ve görevlerini güven altına almış bulunacağından..." (15)

İşte Türk basınının peşinden Avrupa'ya taşındığı Meşrutiyet manifestosu bu. Önce uygun bir görev, yani sadrazamlık istemek, sonra padişah iradesiyle özgür düzen, Avrupa yardımı, Avrupa kamuoyunun baskısı, Hıristiyan-Müslüman eşitliği. 

Parayla Muhalefet

Avrupa'ya gelen Türk gazetecileri bu bildirinin hemen ardından işe koyulurlar. Ali Suavi hemen Muhbir'i, Namık Kemal ve Ziya Paşa da bunun ardından Hürriyet'i yayınlamaya başlarlar. Mustafa Fazıl tarafından bu gazetecilerin hepsine maaş bağlanır. Ziya Paşa'ya 3000, Namık Kemal'in kendisine 2000, ayrıca ailesi için de belli bir yardım, Ali Suavi'ye 1500, Rıfat Bey'e 2000, Agah Efendi'ye 1500 frank maaş bağlanır. Ayrıca çıkacak gazetenin sermayesi olarak Paşa ortaya 250 bin franklık bir sermaye koyar.16 Bu sermaye eksildikçe yerine yenisi konur.

Hürriyet Gazetesi'nin ilk sayısında yayınlanan bildiride "Yeni Osmanlıların bir araya gelmesinin amacı, tek kelime ile, ezeli olan meşru adaleti ülkemizde Meşrutiyet aracılığı ile kurup gerçekleştirmektir." diyerek Meşrutiyetçiliklerini vurgularlar.

Hürriyet Gazetesi Osmanlı'ya gizlice sokulmaktadır ve bedava dağıtılmaktadır. Abdülaziz'in hak, hürriyet ve can güvenliğine ilişkin yeni beyanlarıyla üstü kapalı da olsa bir serbestlik içinde dağıtılmaktadır. Tabii bu işi yabancı posta ve yabancı kitabevleri yapıyor. Örneğin Hürriyet gazetesini camına asan yabancı kitapçı Cook'un mağazasına giren Osmanlı polislerinin gazeteyi oradan indirmeye çalışması büyük tepkiye sebep olmuş. En sonunda İngiliz konsolosluğu aracılığıyla Osmanlı devleti tarziye vermek zorunda kalmıştır.

Hürriyet Osmanlı siyasetinde bir süre için büyük etkide bulundu. Ali Paşa'yı oldukça sıkıştırdı. Bu açıdan Mustafa Fazıl Paşa'nın emellerine ulaşmasında da gerçekten önemli payı oldu. Yalnız Yeni Osmanlıların bu Avrupa macerasının en önemli sonucu, artık Meşrutiyet kavramının "Osmanlı kamuoyuna" mal edilmesi oldu. Bundan önce yenileşme fikirleri ve Islahat Avrupa devletlerinin baskısına bağlanıyordu. Bundan sonra ise Meşrutiyet sanki Türk halkının bir davasıymış gibi sunuldu.

Paralı Muhalefet'in Kaderi

Ancak "Usul-ü Meşveret" yazılarıyla dolup taşan bu gazetelerin sonu da Meşrutiyet usûlü oldu. Emperyalistler Osmanlı'nın en belirleyici sorunlarından biri olan Mısır'da son oyunlarını oynuyorlardı. Bunun anlamı Osmanlı sarayında taşlar yerinden oynuyor demekti. Bu arada Ali Paşa hükümeti bir gitti bir geldi. Ancak sonuç şu oldu: Fazıl Mustafa Paşa, Ali Paşa'yla ve sarayla barıştı ve yazarlardan gazetelerin artık çıkmamasını istedi. Bu paralı muhalefetin de sonu böylece gelmiş oldu.

Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa'nın parasını alırken 'dürüstlük onun isteğinin dışına çıkmayı engeller' diyerek Fazıl Paşa'nın isteğini yerini getirdi ve gazeteden ayrıldı. Ziya Paşa ise direniyordu. Gazetecilikten ayrılamazdı. Bu sefer Fazıl Paşa'nın rakibi İsmail Paşa'nın himayesine girdi. Ve gazetesini çıkarmaya devam etti. Gazete yazarlarından Reşat Bey'le arasında şöyle bir tartışma geçtiği bilinir: 
"Reşat Bey: Bu parayı aldınız ama Hidiv'den çekinmiyor musunuz?

Ziya Paşa: Hayır, bir zamanlar küçük biraderin haklarının savunucusu olmuştuk. Anlaşılıyor ki, şimdi onun davasını Sadrazam Paşa hazretleri üzerine almış bulunuyorlar. Bari biz de bu sefer biraderin haklarını savunalım dedik. Galiba bu defa nöbet onda." (17)

Bu ilk Avrupa macerasının sonu, artık 1870'e gelindiğinde Yeni Osmanlıların "müstakbel sadrazamları" Mustafa Fazıl Paşa'nın Paris gezisinde Abdülaziz'in ayakları altına üstünde kendi portresinin basılı olduğu bir halıyı sererek padişahıyla barışması üzerine pek acıklı olmuştur.

1870'lere gelindiğinde ortalıkta ülkede Meşrutiyet'i ilan edecek bir örgüt kalmamıştı. Ancak Ali Suavi'nin 1869'da "Terakki" makalesinde, Osmanlı ilericiliğine yönelik tespiti anlam kazanıyordu. İlerlemenin bugüne kadar iki safhası olmuştu. Birincisi Üçüncü Selim ve 2. Mahmut gibi "Fazıl" sadrazamların gerçekleştirdiği yenilikler. 

İkincisi Reşit Paşa'dan sonra gelen Avrupa müdahalesi dönemi. Meşrutiyetçi Ali Suavi bunların hepsini sahiplenip sıradaki aşamayı söylüyordu: Dahilden bir kuvvetin heyet halinde gerçekleştireceği ilerleme.  Evet artık sadece uydu padişahların, komprador sadrazamların eliyle değil, bir sürü komprador aydının eliyle de "ilerleme" gerçekleştirilebilecektir. Çünkü Osmanlı komprador aydını Osmanlı basınının sayesinde kursunu tamamlamıştır. 

Darbeler ve Entrikalar Döneminde Gazetecilik

1870-71'deki Fransa-Almanya Savaşı uluslararası politikadaki dengeleri değiştirdiği için Osmanlı'yı da hayli etkilemiştir. 

Emperyalist devletlerin çıkarları üzerinden politika yapan yalnızca Osmanlı sarayı değildir. Osmanlı sarayında yerleşen bu gelenek Türk basınına da yerleşmiştir. Örneğin İstanbul'da 1869'dan beri çıkan Basiret Gazetesi'nin yayın kurulunda savaşı Fransızların mı yoksa Almanların mı kazanacağı üzerine bir tartışma yaşanır. Basın biliyordu ki, doğru tahmin puan getirir: Babıâli Ali Paşa'nın elinde olmasına rağmen Mustafa Celalettin Paşa'nın bastırmasıyla Basiret Almanları tutar. Savaş sonunda Basiret gazetesi sahibine Almanya'ya bir gezi için 10 bin frank, "Basiret'in savaş sırasındaki hizmetlerinden dolayı 1000 mark ve bir de baskı makinesi" hediye edilir. (18)

1870'te Ali Paşa hakkında yazı yazmamak karşılığında özel afla ülkeye dönen Namık Kemal de Ali Paşa'nın isteği üzerine kendisine Fransızların neden savaşı kaybettiği hakkında bir rapor hazırlar. Ali Paşa eski despot tutumundan sıyrılıp "Meşrutiyet gazetecisini" nasıl kullanacağını artık öğrenmiştir anlaşılan.

Fransız-Alman Savaşı'nda Almanların kazanması Osmanlı'daki Meşrutiyetçi gelişmeleri bir süre engellemiştir. Abdülaziz'in Rusya'ya yanaşmasının sebebi bir yandan da Rusya'nın mutlakiyetle yönetilmesindendir. Bu yüzden özellikle İngilizlerle Rusların Osmanlı üzerindeki kavgası şiddetlenir. Ancak Türk basını bu arada yine sahneye çıkar. 

İstibdata Uyan Türk Basını

Meşrutiyetçi Namık Kemal Türkiye'nin ilk Meşrutiyet'inin Kanun-i Esasi'sini hazırladı. Bu da Meşrutiyetçi basının iktidar mücadelesinde giderek kritik roller almaya başlamasının göstergesidir.

Anayasa Encümeni'nde bulunan Kemal bir çok defa kavga ettiği azınlıklara özgürlük veren yasaları, "Azınlıkların istediklerini vererek seslerini kısmak" için bir bir onayladı.

Meşrutiyetçilerin sevinci ve Meclis-i Mebusan'ın ömrü bir yıldan fazla sürmedi. Hatta Meşrutiyetçiler bu arada yeni bir gazete bile çıkaramadılar. İlk Meşrutiyetçilerin meşrutiyeti kendilerine karşı bir silaha dönüşerek onları da yok etti. 

Meşrutiyet'in ilanından sonraki dönemin, önceki Meşrutiyet mücadeleleri dönemine göre önemli bir farkı vardır. Önceki dönemde Türk basınının yönü "Hürriyet" mücadelesi için Avrupa'ya kaçan gazetelerce belirlenmişti. Bu dönemde ise en azından 1900'lere kadar Türk basının yönünü Abdülhamit'in sıkı baskı ve sansür yönetimine rağmen Türkiye'de çıkan gazeteler ve dergiler belirledi. Halbuki yürürlükteki basın kararnamesi aynıydı. Bunun temel sebebi aslında Abdülhamit istibdadına rağmen Meşrutiyet'i yaratan toplumsal sistemin ve buna uyan gazetelerin iyice oturmuş olmasıdır. Abdülhamit meşrutiyetin dayandığı toplumsal yapıya karşı olan bir padişah değildi. Son dönemdeki padişahlarla Abdülhamit arasında hiçbir fark da yoktu. Fark emperyalistlerin politikasının değişmesi ve istediklerini alabiliyor olmalarıdır.  Abdülhamit basını sadece susturmak yoluna gitmemiş, hatta ondan yararlanılabileceğini de görmüş, baskı yanında para ile de bu basını satın alarak kontrolü altında tutmuştur. Türk aydınları da bu kontrol altındaki basının çevresinde kümelenirler.

Abdülhamit'in Meşrutiyetçi yapı dışında bir padişah olmayışından dolayıdır ki ismini Mithat Paşa'dan alan Ahmet Mithat'ın bile Osmanlı'da kalarak Tercüman-ı Hakikat'ı yayınlamaya devam etmesi anlaşılabilir. Osmanlı'da çıkan bu gazetelerde siyaset artık geri plana itilir -zaten yazılmasına da imkan yoktur- yerine edebiyat, tarih ve bilim gibi konular işlenir. Gazetenin yarısını Ahmet Mithad Efendi'nin Batı gazetelerinden yaptığı çeviriler, yazdığı romanlar, edebiyat, tarih, bilim vb. konularındaki yazıları doldurur.

İstibdat döneminde gazetecilik yapma sanatının bir başka örneğini ise Ahmet Cevdet gösterecektir. Ahmet Cevdet'in çıkardığı İkdam saraya dayanarak politika yapmasıyla ünlenecektir. Ahmet Cevdet Abdülhamit'e "siz Allahın yerdeki gölgesisiniz, adalet kapınız büyük küçük herkese açıktır" deyişi ve gazetesi için yardım istemesi ile hatırlanır. Türk basını bu dönemde darbeciliğin yanı sıra hükümetçiliği de öğrenecektir. 

Medenileşmeden Avrupalılaşmaya

Meşrutiyet'in bu yeni aşamasının bir önceki dönemden bir başka farkı daha vardır. Basın Batıcılık konusunda her türlü kaygıdan arınarak hainliğini tavana vurdurmuştur.

Hükümetçi Ahmet Cevdet'in "fikirlerinden" bahsetmek bu dönemi anlatmak açısından yeterli: "Neslimizi kuvvetlendirmek için Avrupa ve Amerika'dan damızlık erkek getirmeliyiz".19

O dönemin önemli gazetecileri yaşadıkları sürece Avrupa'nın 'engin kültür hazinesini' çevirmekten geri durmayacaklardır. Örneğin bunlardan Hüseyin Cahit, 1941'de Hitler'in "Kavgam"ını Türkçeye kazandıracaktır! 

Bir saray darbesiyle Abdülhamit'in devrilip İkinci Meşrutiyet'in ilan edilmesiyle basın da parlamento usûlü partilere bölünecektir. İttihat Terakkiciler ve Hürriyet ve İtilafçılar birbirleriyle tartışıp duracaktır. 

Bu arada basının temsilcileri de Meşrutiyet parlamentosuna girerler. Hüseyin Cahit Yalçın, Cavid Bey, Ali Kemal bunlardan bazılarıdır. Meşrutiyet basını aynı zamanda parlamentonun kadrolarını da yaratmıştır. 

İttihat Terakki'nin basını Almanya yanında savaşa girmek için daha Enver'den önce propaganda yapmaya başlayacaktır. Hürriyet ve İtilaf Basını'ndan ise mütareke döneminin has kadroları yetişecektir. Tüm bu Alman, İngiliz ve Fransız propagandaları karşılığında paralarını ise yine yabancılardan alacaklardır. 

O dönem yetişen Ahmet Emin Yalman bu işi de şöyle açıklar: "Gazetelerden çoğu ecnebi parası alıyor ve bunun karşılığı olarak memlekette fitne ve karışıklık çıkarıyor, emellerine bilerek bilmeyerek alet oluyorlardı. O sırada bir ecnebi hükümetten, bir ecnebi banka ve şirketten para almak bir gazetenin tıpkı satış gibi, ilan gibi, normal kaynaklarından biri sayılıyordu." (20)

Meşrutiyetçi Türk basını sonraki dönemde doğal sonucuna mütareke basınına dönüşerek ulaşacaktır.

Mütareke Basını: Meşrutiyet Basınının Doğal Sonucu

II. Meşrutiyet, Türkiye'nin 1. Dünya Savaşı'na Almanya ile beraber katılması ve savaş sonunda yenik düşerek parçalanma ve sömürgeleşme ile en somut şekilde karşılaşması ile sonuçlanmıştı. Bu sürece koşut olarak işbirlikçi Meşrutiyet basını da doğal sonucu olan mütareke basınına evrilmiştir. 

Meşrutiyet'in Batı yanlısı basını İstanbul'un işgal günlerinde de varlığını rahatlıkla sürdürmüş ve Batılı efendilerine hizmette kusur etmemiştir. Rum Papadopulos tarafından kurulan ve daha sonra Mihran Efendi tarafından satın alınan Sabah, mütareke basınının önemli gazetesidir. Gazetenin yönetimine Ali Kemal getirilmiştir. Refik Halit, Ali Kemal gibi isimler, bir önceki dönemin sıkı Meşrutiyetçileri, "özgürlükçüleri"dir. Mütareke günlerinde ise işgal savunuculuğu ve Kuvayı Milliye düşmanlığı ile işbirlikçiliklerini pekiştirmişlerdir.

Ali Kemaller ve Refik Halitler'in görevi, Kuvayı Milliye'ye küfretmek, işgalci emperyalistleri övmek, Aznavur ve benzeri Milli Mücadele düşmanı ayaklanmaları göklere çıkarmaktı. Ali Kemal, Mustafa Kemal ve diğer Kuvayı Milliyeciler için köşesinde şunları yazıyordu: "Bolşevik ajanları, şakiler ve bagiler (asiler)". Alemdar, İstanbul ve Aydede gazeteleri de ihanette ön saflarda yer alıyorlardı. İkdam'da çıkan yazılar Mustafa Kemal'den "Ankara'nın serserisi" diye bahsetmek cüretini gösteriyordu. 

Milli Mücadele sonunda ise Sabah'ın sahibi Mihran Efendi Avrupa'ya kaçmıştır. Ali Kemal ise onun kadar şanslı olamamış, İzmit'te halk tarafından linç edilerek ihanetinin bedelini ödemiştir. 

Mütareke basını dönemi Batıcı Meşrutiyet kafasının ulaştığı vatan hainliği sonucunu gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Bu dönemin tam anlamıyla kapanması ise ancak Atatürk'ün 1925'teki Takrir-i Sükunuyla mümkün olmuştur. Emperyalist uşaklarının yenilgisi efendilerininkiyle birlikte gerçekleşmiştir.

Üçüncü Meşrutiyet: Komprodor Sözcülüğünden Kompradorluğa

Meşrutiyet basınının karakterini belirleyen Meşrutiyetçi toplumsal ve siyasal yapıydı. Bu yapı ise uydulaşmanın da ötesinde kompradorlaşma demektir.

Meşrutiyet basını Osmanlı'nın Batının bir uydusu haline gelme sürecinde komprador kesimlerin sözcülüğünü üstlenmek için doğdu. Ve yabancıların desteğiyle yürütüldü. Arkasına kompradorların desteğini almadan ve yabancı desteği de olmadan bir basın yaratmak Osmanlı'da mümkün olamazdı. 

Bunun için Meşrutiyet sistemi dışında bir basın kurmak hayaldir, mümkün değildir ve aydın kolunu bu mekanizmaya kaptırırsa ister istemez ajanlaşır. 

Türkiye'nin Atatürk'ün ölümünden sonra tekrar girdiği uyduluk yolunun doğal bir sonucu da tüm toplumsal sistemde olduğu gibi basının tekrar komprador sözcülüğüne soyunması olmuştur. 

İlk iki Meşrutiyet'tekine paralel gelişmelere burada tekrar yer vermeyeceğiz. İlk iki Meşrutiyet'in basın ilkeleri aynen geçerlidir. Tabii emperyalistlerin politik araçları değiştiği için basın da ilişkilerini bunlar üzerinden kurmaktadır.

Çok partili bir Cumhuriyet görüntüsü altında uygulandığı için de basının emperyalistlerle ilişkileri komprador siyasetçiler ve parlamentoculuk üzerinden olmuştur. Ve buna ek olarak yalnızca ülkeler değişmiştir. Tek tek Avrupa ülkelerinin yerini tüm Avrupa almış, bir de Amerikancılık türemiştir. Ancak Türk basınının hakim yönü Avrupacılık olmuştur.

Ancak ilk iki Meşrutiyet ile bugünkü arasında basının rolü açısından bir önemli fark vardır ki bugünkü siyasal yapıyı tamamen belirlemiştir. Bu da basının-medyanın artık komprador kesimlerin sözcüsü olmaktan, bizzat kompradorluğa yükselmesidir. Bu süreç özellikle 1980 sonrasına ait gelişmelerin ürünüdür.

Aydın Doğan'ın 1980'den Bugüne Süren Yükselişi

Türkiye 1977-80 arasında tarihinin en karışık dönemlerinden birini yaşadı. Bu tarihlerde Türkiye ABD istihbaratınca karıştırıldı ve 1980'de faşist bir darbeyle ülkedeki halk güçlerinin ezilmesini yaşadı. 

Bu süreç içinde Türk basını da Türkiye gibi en kritik dönemlerini yaşıyordu. 1950'lerden beri sermaye kesimleri gazetelere ortak olarak bu gazeteleri yönlendiriyordu. Ancak 1980 yılı Türk basını açısıdan önemli bir dönüşüme sahne oldu.

Aydın Doğan'ın Milliyet Gazetesi'ne ortak olması Abdi İpekçi'nin de öldürüldüğü 1979 yılının Ekim ayında oldu. Bundan tam bir yıl sonra, 12 Eylül darbesinin üstünden 1 ay bile geçmemişken, 6 Ekim 1980'de Milliyet Gazetesi'nin sahibi oldu. "Milliyetten Mektup" sütununda "bir yıldan beri Milliyet Gazetecilik A. Ş.'nin büyük hissedarı olan başarılı işadamı Aydın Doğan'ın şirket adına gazetenin sahibi olduğu" bilgisi yayınlandı. (21)

O günden itibaren de Türk ekonomisindeki dönüşümlere paralel olarak sürekli Aydın Doğan'ın da yükseldiğini görüyoruz. Denilebilir ki, 80 sonrası Türkiye'nin serbest piyasa ve serbest ticaret parolasıyla emperyalist sermayeye tam teslimi sürecinde en çok güçlenen ekonomik grup Aydın Doğan'ınki oldu.

1990'ların ortalarına kadar Doğan Şirketler Grubu dışında basın içinde başka tekeller de vardı. Ancak bugüne gelindiğinde Uzanlar'ın dışında Aydın Doğan basın sektörünün tam hakimiyetini eline almış durumda. 

Bu noktaya gelirken ise basın ve siyaset ilişkileri yanında basının kendi içinde de belirleyici gelişmeler oldu. Bunların başında teşvik kredileri ve tekelcilerin promosyon savaşları 80 sonrası dönemde en çok tartışılan konular oldu. 

Basında Tekelci Yöntemler

80'lerin sonu ile 90'ların ortalarına kadarbasın deterjan, kitap, züccaciye ve mutfak eşyası vb.den oluşmuş şiddetli promosyon savaşlarına sahne oldu. Gazete bayileri tencere ve tava ile doldu.

Promosyon savaşları, basının birçok alanda tekelleşmiş sermaye ile bütünleşmesinin ve tamamen onun kontrolüne geçmesinin göstergesiydi. Daha önceden de çeşitli siyaset odakları basını ekonomik anlamda abluka altına alarak kontrol etmekteydi. Ancak Türkiye tarihinde ilk kez bir "basın grubu" diğerini tekel yöntemleriyle alt etmeye çalışıyordu ve alt etti de. Bu süreç basındaki tekelleşmeyi güçlendirdi. 
Medyanın gelişmesinin bir diğer ayağını ise medyaya aktarılan kaynaklar oluşturdu. Basına devletin ve yabancı devletlerin kaynak aktarması basın tarihinin tümünde görülebilecek bir durumdu. Ancak basının tekelleşmesi bu kaynak aktarma işine olağanüstü bir boyut katarken basını da gerçek anlamda bir siyaset odağı haline getirdi. Önce basın ve yayın hizmetleri "özel önem taşıyan sektörler" arasına alınırken, Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Tansu Çiller dönemlerinde medya kuruluşlarına 2.6 trilyonluk teşvik kredisi dağıtıldı. Popülizm yapmamak gerekçesiyle tarımın, sanayinin her türlü yatırımdan mahrum bırakılmakta olduğu bu dönemde basına yapılan teşvikler de basın ve siyasetin kirli ilişkilerini anlamak açısından önemli.

AB ve ABD Siyasetlerinin Sözcüsü

Nasıl basının tekelcileşmesinin altında 24 Ocak liberalizmi yatıyorsa, basın-siyaset ilişkilerinin temelinde de bu program yatıyordu. Giderek daha fazla kompradorlaşan toplumsal yapının ise meşrulaştırıcısı ve öncüsü olarak basın öne çıktı. 

Turgut Özal'ın da bizzat böyle bir eğilimi vardı. 12 Eylül'ün tüm toplumsal muhalefeti susturduğu koşullardan sonra, Turgut Özal tekelci basının gazetecileriyle "sıcak" ilişkiler kurdu. Bu gazeteciler bir nevi Özal dokunulmazlığı altına alınırken aşağılık bir propagandanın aracı oldular. (22)

Bu propagandanın temelinde iki süreç yatıyordu. Birincisi, Türkiye'nin ABD müttefikliğinin ve ABD siyasetleri doğrultusunda Ortadoğu'da jandarmalık görevi yapması gerektiğinin propagandası yapıldı. Basın Özal'ın kendi partisinden ve parlamentodan daha çok ABD sözcülüğü yaptı. ABD'nin Irak'a saldırısında tavizsiz ABD'cilik yaptı. Bu arada görsel basın da devreye girmişti ve ABD'cilik açısından önemli bir sınav verdi. Bu arada bir başka ABD'ci Çiller'in "sarışın güzel kadın" parolası altında yükseltilmesi de bu dönemde oldu.

Ancak basının daha da kuvvetli ve belirleyici yönü AB'cilik oldu. Türkiye'nin 50'lerden beri izlediği AB politikasında basının önemli rolü oldu. Bunda basının sermaye ile olan ilişkisi etkendir. Türk sermayesi daha çok Avrupa sermayesiyle ilişkiliydi ve TÜSİAD da bir Avrupa politikası izlemekteydi. Bu süreçte Türk basını AB politikasının sözcüsü ve uygulayıcısı oldu. Basın ABD'cilikten hiç vazgeçmedi ancak Türkiye'nin AB'ye yanaşması doğrultusunda propaganda yapmayı da tüm hızıyla sürdürdü.

Meşrutiyetçiliğin temel karakteri olan emperyalist devletlere dayanma Türk politikası ve Türk basını açısından bu dönemde de en büyük gerçek oldu.

3. Meşrutiyeti Komprador Türk Basını Kurdu

Türkiye'nin toplumsal yapısında Atatürk'ün ölümünden sonra başlayan kompradorlaşma sürecinin en belirleyici sonucu, basının artık komprador sözcülüğü görevinden çıkıp bizzat komprador sermayenin kendisi haline gelmesi oldu. 

Artık büyük basın tekeli Aydın Doğan'ın düğmeye basmasıyla partiler bölünebiliyor, yeni hükümetler kurulabiliyor, parti siyasetleri değiştirilebiliyor. 

Basının bu karakteri kazanmasının sonucu TÜSİAD'la birlikte AB Darbesi tezgâhlanabildi. Ve 3 Ağustos'ta çıkarılan yasalarla 3. Meşrutiyet ilan edildi.

Doğan Medya Grubu bu darbede bir sözcü değil yönetmendi. Parlamento bu darbede emperyalist siyasetin yönetmeni değil, ancak uygulayıcısı oldu. Mesut Yılmaz Doğan Medya Grubu ile doğrudan ekonomik ilişki içinde olarak da parlamentonun genelinden bu bakımdan ayrı tutulmalıdır. Darbenin piyonları olarak hem politikacı hem gazeteci İsmail Cem'in kullanılmış olması önemli değil ama basının nasıl bir işbirlikçilik odağı olduğunun göstergesidir. 

Türkiye'de parlamento hiçbir zaman halkın iradesini yansıtmamıştı. Ancak basının artık aldığı bu rol, tekelci tefeci sermayenin halk üzerindeki oligarşik egemenliğinin girdiği yeni dönüm noktasını göstermektedir. 

Bu oligarşinin Türkiye'nin parçalanarak sömürgeleştirilmesi açısından belirleyici önemi olacaktır. 3. Meşrutiyet'in sahibi olan medya ile mücadele etmeden bu sömürgeleşmeden kurtulmak mümkün olmayacaktır. 

DİPNOTLAR
1. KOLOĞLU Orhan, Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Basın, İletişim Yayınları, 1994
2. BERKES Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, 1973
3. TOPUZ Hıfzı, Türk Basın Tarihi, 100 Soruda Serisi, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, 1996
4. BERKES Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, 1973
5. BİLGEGİL M. Kaya, Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, C 2,
6. AKYÜZ Kenan, Türk Şiiri'nde Batı Etkisi
7. Namık Kemal'in belli bazı yazıları için GÖÇGÜN Önder, Namık Kemal, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987
8. KOLOĞLU Orhan, Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Basın, İletişim Yayınları, 1994
9. BERKES Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, 1973
10. ÖZÖN Mustafa Nihat, Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Maarif Matbaası, İstanbul 1941
11. TOPUZ Hıfzı, Türk Basın Tarihi, 100 Soruda Serisi, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, 1996
12. TOPUZ Hıfzı, Türk Basın Tarihi, 100 Soruda Serisi, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, 1996
13. BİLGEGİL M. Kaya, Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, C 1, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Baylan Matbaası, Ankara 1976
14. Bu arada Mısır konusunun 19. yüzyıl boyunca emperyalistlerin en çok ilgilendiği Osmanlı toprak sorunu olduğunu da belirtmeliyiz.
15. Numaralandırmayı biz yaptık. Mektup metninin tamamı için TEVFİK Ebuzziya, Yeni Osmanlılar Tarihi, Hürriyet Yayınları, 1973
16. TEVFİK Ebuzziya, Yeni Osmanlılar Tarihi, Hürriyet Yayınları, 1973
17. TEVFİK Ebuzziya, Yeni Osmanlılar Tarihi, Hürriyet Yayınları, 1973
18. BİLGEGİL M. Kaya, Yakınçağ türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, C 1, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Baylan Matbaası, Ankara 1976
19. AVCIOĞLU Doğan, Türkiye'nin Düzeni, Tekin Yayınları
20. TOPUZ Hıfzı, Türk Basın Tarihi, 100 Soruda Serisi, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, 1996
21. TOPUZ Hıfzı, Türk Basın Tarihi, 100 Soruda Serisi, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, 1996
22. Türk basının bu süreçte aldığı halk düşmanı karakter için KAHRAMANOĞLU İnan, Türk Düşmanı Türk Medyası, İleri, Sayı 9
KAYNAK. İLERİ DERGİSİ
"Reşat Bey: Bu parayı aldınız ama Hidiv'den çekinmiyor musunuz

Ümit Oğuztan

TÜM YAZILARI

Haber Dükkanı büyük